9 Kasım 2009 Pazartesi

ÖZLEMLE,SAYGIYLA
VE MİNNETLE ANIYORUZ

Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır,
ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Büyük Devrimci Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, bundan 71 sene önce aramızdan ayrıldı. Gazi’nin, hiç beklenmeyen zamanda gelen vefatı, Türk Ulusu’nu derin acılarla yüz yüze bıraktı. Dolmabahçe’den yayılan kara haber, bizimle birlikte bütün dünyayı da yasa boğdu.
Türk Ulusu, sanki can evinden vurulmuştu. Tutunduğu güç, beklemediği bir anda elinden kayıvermişti. O’nunla birlikte takati gitmiş, çaresi de tükenmişti… Yaşama sarıldığı bağ kopmuş, sanki ümitleri de yok olmuştu…
Atatürk’ün, ilk etapta Dolmabahçe’nin büyük tören salonunda katafalka konulan tabutu, günlerce ziyaretçi akınına uğradı. Göz yaşları sel oldu aktı. Dünyanın dost, düşman bütün ülkelerinden gelen temsilciler de Gazi Mustafa Kemal’e duyduğu saygıyı ve minneti gösterdi.
Generallerin omzunda saraydan çıkarılan Gazi’nin tabutu önce Gülhane Parkı’na, sonra bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. İzmit’e Yavuz zırhlısıyla getirilen cenaze, buradan trenle Ankara uğurlandı. Ankara’da, TBMM önünde yapılan törenin ardından bugünkü Etnografya Müzesi’nde hazırlanmış olan geçici kabrine konulan tabut, burada on beş yıl kadar kaldı. Gazi Mustafa Kemal’in naaşı, nihai olarak da; 10 Kasım 1953 tarihinde Anıtkabir’e nakledilerek, Türkiye’nin her ilinden getirilen topraklarla ebedi istirahatgahında yerleştirildi…
Her yıl 10 Kasım’da Gazi’yi bir o kadar daha özlemle anıyoruz. Üzüntümüz her sene yenileniyor. Atamız’ın aramızdan ayrılışını sanki yeniden yaşıyoruz…
Dünya, büyük bir liderini yitirdi. O’nun hakkında, düşmanlarının bile saygıyla söylediği sözler tarihin onurlu sayfasındaki yerini aldı.
Tarihinde çok acılar yaşamış olan Türk Ulusu, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün aramızdan ayrılışının acısını, o günden buyana her yıl yeniden yaşamaktadır.
Şimdi sizleri o günlere götürmek istiyorum. Gazi’nin ölümünün hemen ardından, 11 Kasım 1938 günü, O’nun gazetesi kabul edilen Ulus Gazetesi’nin başyazarı Falih Rıfkı Atay’ın yazdığı baş yazıyı gelin birlikte okuyalım:


KURTARICINI
VE
EN BÜYÜK EVLADINI
KAYBETTİN
Türk Milleti sen sağ ol!

Bırakınız, son kanlı damlasına kadar, göz yaşlarınızı O’nun yasında tüketiniz. Atatürk’ün ölümünü görmüş olanlar, bir daha kime ağlayacaksınız?
Aylardan beri, on yedi milyon O’nun baş ucunda, bu faciayı geciktirmek için çırpındı, durdu. Bir tanrı veya kahraman mı, bir baba, dost veya kardeş mi? Onunla ne kaybediyorduk?
Hayır…! Onsuz nemiz kalacaktı?
Boş sözü bırakalım!
Atatürk ölmüştür, hakikat bu!
Müthiş olan bu!
On yedi milyon bir günde, bir babadan öksüz kaldı.
En mesut Türkler, Atatürk yaşarken ölmüş olanlardır. Ömrümüzün ve Türk Tarihi’nin en acı yasını tutmak talihsizliği bize düştü. Halk, en büyük Türk Kahramanı’nı, ordu en büyük Türk Başbuğu’nu, tarih en büyük Türk’ü ve asrımız en büyük insanını kaybetti. Acının derinliğini, sıcak ruh yaramız soğumaya ve uyuşan beynimiz yeniden işlemeye başladığı zaman anlayacağız.
Benden sonra… Benden sonra… Senelerden beri, hepimiz, böyle bir kara günün ıstırabını, bu iki kelime ile gönlümüzden uzaklaştırıyorduk. Düşünmekten korkuyorduk.
İşte Onsuz kaldık…
Onsuz… Fakat O’na bin kere verdiğimiz bir tek namus sözüyle kaldık. Eserini ve davasını korumak ve yükseltmek!
Bizler için hayatın bir manası varsa; bu yemini yerine getirmek için yaşamaktır.
Bugün O’na ağlayıp, yanmak için bir tek kalbiz. Yarın O’nun eserini ve davasını müdafaa etmek için bir tek irade gibi kaynaşacağız.
Atatürk, şimdiye kadar bilmeyenler, bu milletin seni ne kadar sevdiğini, senden sonra, ismin ve eserin üzerine titrerken anlayacaklar!
Aklımızın ve kalbimizin vazifelerini ayıralım.
Ey bütün ağlaşanlar!
Göz yaşlarınızı birbirine kattığınız gibi, ellerinizi birbirine uzatınız.
Atatürk’e, yaşarken verdiğiniz sözü unutmayınız!
Falih Rıfkı ATAY
Ulus Gazetesi
11 Kasım 1938

***

Atatürk Türkiyesi’nin bugünkü hali içler acısı… Sadece, illerin tamamında ve bir kısım büyük ilçelerde yabancı ülke ve şirket bayraklarının sallanıyor olmasını söylemek bile sanırım yeterli…
O, ‘En Büyük Eserim’ dediği Laik Cumhuriyete karşı, karanlık güçler tarafından yapılan bütün saldırıları bertaraf etmişti. Ancak, malum zihniyetin bugün halen aynı misyonlarını sürdürüyor olmaları gerçekten çok acı…
Ey Türk Gençliği! Birinci vazifeni sakın Unutma!
Emaneti canından aziz bil ve gereği gibi davran. Rehberin Atatürk İlke ve Devrimleridir. Bir gün tarihe hesap vereceğini bir an bile aklından çıkarma…!
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

5 Kasım 2009 Perşembe

HAKİMİYET-İ MİLLİYE
YAZILARI
(3)

ANADOLU
Bir buçuk seneden beri Anadolu’yu yer yer harekete geçiren ve ufak veya büyük bu hareketleri bir araya toplayarak, bundan koca bir inkılap eseri meydana koymak üzere bulunan fikir, önceleri sadece bir his ve heyecandan ibaret, belirsiz, genel, bulanık, soyut bir şey olduğu halde; bugün şöylece etrafımızı tetkik ettiğimiz zaman görüyoruz ki, başlı başına açık, kati ve somut bir kavram olmuştur.
Bu fikri ifade etmek için en kısa tabir, yalnız bir esastan ibaret olmuştur: ANADOLU! Eğer bunu bir düstur ile de ifade etmek lazım gelirse; diyebiliriz ki, bir buçuk sene evvel doğup, o zamandan beri sadece yaşamakla kalmayarak, bilakis günden güne büyümüş olan bu fikir, ‘ANADOLU Anadolulularındır’ dan ibaret olmuştur. Yeni bir Monroe, belki de Amerikalılarınki kadar kapsamlı ve heybetli değil, fakat o derecede kuvvetli ve hayat sahibidir…
ANADOLU artık başlı başına uzun manaları ihtiva eden bir kavram olmuştur. Düne kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut memleketlerini gösteren haritalar üzerinde, bu mevcut memleketlerin bir kısmı üzerinde gözlere çarpan ve daima bir sıfatla beraber kullanılan bir isimden ibaretti: ‘Anadolu-yu Şahane=Padişaha ait Anadolu’. Halbuki bugün ANADOLU, böyle bir coğrafya kelimesi olmaktan çıkmış, başlı başına bir fikir ifade etmeye başlamıştır.
ANADOLU denildiği zaman, bugün zihinlerde ayrı ayrı manalara işaret ettiği halde, aynı zamanda hem bir iktisadi varlık, hem bir milli varlık ve hem de bir siyasi varlık ifade ediyor.
ANADOLU, Küçük Asya’nın yarım adasıdır. Bu yarımada üzerinde yaşayan insanlar arasında bir iktisadi birlik vardır. Yine bu insanlar arasında pek büyük bir kitle teşkil eden Türkler, milli birliklerinin sahibi ve bilincindedirler. Bundan sonra ANADOLU başlı başına siyasi bir mana da ifade eder ki, o da şu coğrafi, iktisadi ve milli manalarının pek tabii ve zaruri neticesinden ibarettir. ANADOLU, aynı zamanda siyasi bir varlık da teşkil eder. Öyle bir siyasi varlık ki, harice karşı bağımsız, dahile karşı serbest…!
ANADOLU, üzerinde yaşayan ve çalışan halk kitlelerinin bütün haklarını ve bütün vazifelerini, kısacası bu halk kitlelerine ait olan bütün müşterek menfaatlerin, yalnız onlar tarafından ve yalnız onlar hesabına idrakini istemekten ibaret bir düstur olmuştur. Bu düstur bir hakikatin, bir mevcudiyetin ifadesinden başka bir şey değildir.
ANADOLU, düne kadar yalnız bir coğrafi ifadeden ibaretti. Öyle bir coğrafi ifade ki, buna, sahibi İstanbul’dan ibaret bir çiftliğin ismi demek caiz olabilirdi. ANADOLU toprakları üzerinde yaşayan, o toprakların harici ihtiraslara karşı müdafaasını kanıyla üstlenen milyonlarca insanın hiçbir hakkı yoktu. ANADOLU, İstanbul’a tabi ve esir, İstanbul ise haricin esiri… İki katlı bir esaret altında bütün ANADOLU sakinleri asırlarca ezilmeye mahkum kalmıştı. İstanbul’un bir emri, Macar Ovaları’nda at koşturan vezirlerin haşmet ve debdebesi için yüz binlerce ANADOLU Türkü’nün kanlarını akıtmalarına yetiyordu. İstanbul’un bir sözü, bütün ANADOLU Halkı’nın mukadderatı üzerinde en karanlık hükümlerin, derhal hükmünü icra etmesine kafi geliyordu. Halbuki ANADOLU, artık hayatı ve hayatını böyle anlamıyor!
ANADOLU, şimdiye kadar vermiş vermiş, İstanbul’un boynuna taktığı esaret zinciri altında sürüklene sürüklene bugüne kadar gelmişti. İstanbul, hariçten gördüğü baskılara karşı kendisini kurtarmak istediği müddetçe, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun parçasını birer birer ötekine berikine dağıtmaktan başka bir şey yapmış değildi. İki asırdan beri verdi verdi ve nihayet verecek bir şeyi kalmadığı için, bu defa da ANADOLU’yu fedaya karar verdi. İstanbul, İstanbul’da rahatına bakmak, gününü hoş geçirmek için nihayet ANADOLU’yu da feda edince, artık bu defa ANADOLU, eski kör itaat ve teslimiyetten çıkmaya lüzum gördü ve ‘Ne İstanbul, Ne de Ötekiler!’ diyerek, kimseye karşı esaretle bağlı olmadığını göstermek üzere, bütün hayatı müddetince bu defa da kendisi için silahına sarıldı. Bu ayaklanma artık ANADOLU kelimesinin ifade ettiği manayı değiştiriyor, tarihin hadiseler enkazı altında gizlenmiş duran hakiki ANADOLU fikrini meydana çıkarıyordu.
Evvela coğrafi bir ifade, sonra iktisadi bir ifade ve nihayet de milli bir ifade olan ANADOLU, ne İstanbul’un ne de Avrupa’nındır. ANADOLU, kendisinin, yalnız üzerinde yaşayan insanlarındır. Yani, ANADOLU Anadolulularındır. ANADOLU’nun olmayan her yer de başkalarının, yani o topraklar üzerinde böyle coğrafi, iktisadi ve milli bir varlıkla var olanlarındır.
ANADOLU, şu son on sene zarfında pek çok felaketlere uğradı, pek çok musibetler gördüyse, bunlar faydasız kalmış değildir. ANADOLU, hiç olmazsa bu suretle varlığının manasını öğrenmiş, onu tamamen anlamış oldu. Bu öğreniş ve anlayış faydalarla doludur.
ANADOLU, bu defa, yani ilk defa olarak, bir fikir için mücadele ediyor. Evvelce İstanbul için, vezirler ve vekiller için, padişahlar için kan dökerdi. Bu defa yalnız kendisi için, kendi hayatını kurtarmak üzere uğraşıyor. Bunda başarılı olacağı da şüphesizdir. Çünkü bu defa ANADOLU’nun düşmanlarıyla mücadele eden kuvvet, bir takım Osmanlı paşalarının ve padişahların idare ettiği orduların kuvveti değil, halkın ruhundan doğan ve halk kitleleriyle ifade edilen bir fikirdir!
Hakimiyet-i Milliye Gazetesi
5 Kasım 1920

Derleyen ve Yayına Hazırlayan
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

30 Ekim 2009 Cuma

HAKİMİYET-İ MİLLİYE
YAZILARI
(2)

EN BÜYÜK DÜŞMAN

En büyük düşman, düşmanların düşmanı ne falan ne de filan millettir; bilakis bu, adeta dünya çapında bir (….) hudi saltanatı halinde bütün dünyaya hakim olan ‘Kapitalizm’ afeti ve onun çocuğu olan ‘Emperyalizm’ dir. Artık bütün dünyanın anlamış olduğu bu hakikat bizde de tamamen idrak ediliyor.
Bugünlerde başımıza musallat edilen Yunan, bütün düşman aleminin parçasından başka bir şey değildir. Daha doğrusu, kapitalizm saltanatının mazlum milletlere karşı gönderebileceği son kuvvet, son ordudur! Nitekim bundan evvel üzerimize ordular salmış olan düşmanlar, yine böyle kapitalizm saltanatının ordularından başka bir şey değildi. Moskof orduları, İtalya orduları, Bulgar ve Yunan orduları, kısacası bütün düşmanlarımız tamamen kapitalizm tarafından ayaklandırılırlardı.
Bir zamanlar, tarihin eski devirlerinde dünya bir takım despot hükümdarların istibdatları altında ezilirdi. Sonraları milletler bu istibdatları yıktılar. Fakat bu defa da; onun yerine paranın, sermayenin zulmü geçti.
Sermaye, bugüne kadar dünyada yapılmış olan bütün fenalıkların yegane etkeni, yegane mesulü idi. Bugün de odur! Eğer bütün dünyayı süratle istila eden kapitalizm aleyhtarlığı olmasaydı; bu zulüm yarın da devam edecekti. Çok şükür, zulüm devrinin son günlerindeyiz.
Kapitalizm, sadece falan ve filan milletin düşmanı değildir. Bilakis bütün dünyanın, bütün milletlerin müşterek düşmanıdır. Milletleri birbirine düşüren kuvvet o… Kardeş kanları döktüren fesatlar ondan çıkıyor. Dünyayı kaplayan sefaletin müsebbibi ve özetle bütün insanlığı inleten zulmün yegane zalimi odur. Yani Kapitalizm’dir…
Bu zulümde başarılı olabilmek için arada-sırada müracaat ettiği muharebeler, yegane kuvvetleri, yegane silahları değildir. Bankalar, sendikalar onun en kuvvetli silahlarındandır… Ve bütün milletleri bu silahla mağlup eder.
Memleketimize bakınız, Rejiler, Düyun-u Umumiye’ler, Kapitülasyonlar, Şimendiferler, Limanlar, Gemiler, Bankalar, Ticaret Evleri ve bütün bu müesseseler, Avrupa Kapitalizmi’nin bizi mahvetmek için, senelerden beri kullandığı iblisane bir makinenin parçalarıdır.
Sade bizim memleketimizde değil, yeryüzünde bu makine devam ettikçe; sadece biz değil, bütün dünya zulüm altında ezilecek, sefalet arşa çıkacak, insanlar felaketten felakete yuvarlanacaktır.
Bize, bugün, sınır itibariyle dünyanın en güzel, en hayale sığmaz barış şartlarını verseler, kapitalizm, memlekette bugünkü şekliyle kaldığı taktirde; mahvımız muhakkaktır. Hatta değil böyle, bu şeytan makinesinin dörtte biri bile mevcut olsa, bizim için hayat imkanı yine tasavvur edilemez.
Zenginlerimizi dolandıran o, fukaramızı soyan o, mal ve mülkümüzü çalan, haysiyet ve namusumuzu mahveden, bizdeki faziletleri tıpkı bir şeytan gibi iknaya çalışan ve bizi birbirimize düşüren hep odur.
Şu halde, kendimizi kurtarmak için evvela bizim, sonra da bütün dünyanın şu melun Kapitalizm afetinden kurtulması lazım gelir. Bunda sade biz menfaatdar değiliz. Kapitalizm sade bizim gibi zayıf milletler arasında değil, bilakis bizzat kapitalist memleketlerde de aynı derecede tahripkar ve insanlık düşmanıdır. Hatta İngiltere’de, hatta Fransa’da ve Amerika’da da böyledir. Ve oralarda da kapitalizm usulünden istifade edenlere nispetle, bunun zulmü altında inleyenlerin miktarları, yüzbinlerce kere ziyadedir. Buna göre, kapitalizmin düşmanı yalnız biz değiliz. Bütün dünya onun düşmanıdır. O halde; bütün dünya bizimle beraber demektir.
Dünyayı tanıyanlar, dünya işlerini bilenler, bütün açıklık ve katiyetle görüyorlar ki; artık bu hakikat bütün dünyada anlaşılmıştır.
Kapitalizm, halihazırda Lehistan’da ve Anadolu’da son kurşunu atmakla meşguldür. Bundan sonra kullanacak silahı kalmıyor. İş, bu kuvvetleri yenmektedir.
Türkler, bu hakikati anlayınız! Anlamayanlar varsa; onlara da anlayanlar öğretsinler.
Bolşevikler Lehleri kati surette mağlup ederlerken; bizim vazifemiz de Yunanistan’ı, Anadolu’dan süratle, şiddetle ve derhal kovmaktır!
Ondan sonrası ise; Ebedi Kurtuluş’tur!
Hakimiyet-i Milliye Gazetesi
20 Temmuz 1920

Derleyen ve Yayına Hazırlayan
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

29 Ekim 2009 Perşembe

Değerli Dostlar,

Milli Mücadele ve Cumhuriyet tarihimiz, acı tatlı bir yığın anılar içermektedir. Cumhuriyetimiz’in 86. yaşını henüz kutladığımız bugünlerde size, okuduğunuzda içinizi burkabilecek ve gözlerinizin dolmasına yol açabilecek bir anekdot sunmayı düşündüm. Gazi Kovan’ın Hikayesi
Belki birçoğumuz bu hikayeyi daha önce okumuştur. Hiç duymamış olanlarımız da vardır elbet… Bu durumda, bir kez daha yayınlamanın yararlı olabileceğini düşünerek göndermekteyim…
Umuyorum ki; yakın tarihimiz içinde yer alan bu tür hikayeler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nasıl kurulduğu ve Cumhuriyet’in hangi şartlardan geçilerek ilan edildiği konusundaki bilgilerimize, bir nebze de olsa, katkıda bulunabilsin…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Bölünmez Bütünlüğü’ne, Üniter Yapısı’na ve Ulusal Birliği’ne kast eden emperyalizmin maşaları olan hain ve işbirlikçilerin, gemi iyice azıya aldıkları açık ve seçik ortada.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün İlke ve Devrimleri’ni izleyerek, Laik Cumhuriyete ve dolaysıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne sahip çıkabilmemizin olmazsa olmazı; Birlik ve Beraberliğimizi korumaktır. Bunun için de yakın geçmişteki tarihimizi bilmemiz kaçınılmazdır.
Gazi Kovan’ın hikayesi, gerek Milli Mücadele ve gerekse de Cumhuriyet Tarihimiz içindeki ve ders alınabilecek sayısız hikayelerden sadece birisidir.
………………….
Ulusal Kurtuluş Savaşı için İstanbul’daki Tophane-i Amire Fabrikası’nda çalışan ustalardan bir kısmı ile bazı tezgah ve teçhizat, o dönemin zor şartları altında, Ankara’daki İmalat-ı Harbiye (Bugünkü Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’nun ilk hali…) Top ve Mühimmat Tesisi’ne getirilmiştir.
Savaş şartları içinde Ordunun ihtiyaç duyduğu teçhizatın önemli bir kısmı bu Tesis tarafından üretilmiştir. Gazi Kovan da; üretilen bu teçhizattan birisidir.
Savaşın en yoğun olduğu dönemlerde, cephe hattına tam sekiz kez gidip-gelen ve her defasında da dolumu İmalat-ı Harbiye’de yapılan Gazi Kovan, yaptığım araştırmalar neticesinde, bugün, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar BÜYÜKANIT Paşa’nın kişisel gayretleriyle hediye edildiği MKE Genel Müdürlüğü’nde bulunmakta ve Kurumun Genel Müdürlük katında sergilenmektedir.

***
GAZİ KOVAN’IN
HİKAYESİ

Mart 1921 - İnönü Ovası
İnsanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş'un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu ve bunca süreden sonra elleri neredeyse duyarsızlaşmıştı. Sabit, artmayan, ıstırap verici sayılmayacak basit bir sızlama gibiydi sadece. Oysa her iki avucu da tamamen su toplamış, kabarmıştı.
Mart ayazında esen poyraz, İnönü ovasından kalkan tozu düşmana doğru süpürüyor, süvariler düşman hatlarına doğru, poyrazdan da hızlı hücum ediyorlardı. At kişnemeleri, top gümbürtüleri, insan çığlıkları, tüfek sesleri, süngü ve kılıç şakırtıları birbirine karışmış, Ethem Çavuş'un yarı sağır kulaklarında değişmez, bitimsiz bir savaş uğultusu haline gelmişti. Her ses o tek sesin minik bir armonisi, o polifonik ezginin bir anda işitilip kaybolan notaları gibiydi.
Ethem Çavuş, 75 mm'lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu. Artık otomatik hale gelmiş hareketlerle sandıktan mermi alıyor, topa sürüyor, ateşliyor, boş kovanı çıkarıp ayaklarının dibindeki başka bir sandığa atıyordu. O anda eline bir somun ekmek verseler, onu bile topun mermi yatağına sürebilirdi.
Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Hareketini yavaşlatan bu saçmalığa söverek çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı.
Taarruza ara verdiğinde merakını uyandıran yazıyı okumak istiyordu. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı.
Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuşa istirahat verdi. Yarım saatlik istirahatta erler top arabasını çekerlerken o da yemeğini yiyecek, namazını kılacaktı. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu. Kovanın üzerinde ‘Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 26 Rebiyülahir 1339 İnönü’ yazıyordu. Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu.
Boşalan kovanlar Ankara'daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi. Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının 'Kalem' dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı. ‘Aksekili Ethem Çavuş 8. Alay 3. Tabur 1. Batarya 20 Recep 1339 İnönü’.
Beş gün sonra Ankara Atölye'nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi. Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı. ‘Kâmil Usta! Müjdemi isterim! Senin yavru cepheden dönmüş!’ Tüm personel kalfanın ne söylemek istediğini anlamıştı. Kısa bir süre için işler durdu. Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kâmil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kâmil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır dualar ediyorlardı.
Ustalar, iş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan ‘Allah kavuştursun’ diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp ‘Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi’ dedi.
Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kâmil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.

Eylül 1922 – Ankara
Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, istiklâl savaşının her zorlu durağından Ankara'ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu.
Türk ordusunun İzmir'e girdiği gün Ankara'da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta; ‘Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 12 Muharrem 1341 Banaz’ yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular; ‘Bismillahirrahmanirrahim. Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allah'a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir'e, kalplerimizdeki imanımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz'daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar'ı ele geçirdiğimizde, Seyfi Çavuşun ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum. Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun. Yüzbaşı Muhsin Talat. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 14 Muharrem 1341 Salihli’.
Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler. Amin, işin bahanesiydi. Ellerini yüzlerine sürüp çevrelerine belli etmeden gözlerini silmekti dertleri. Oysa her biri bir diğerinin de ağladığını biliyordu. Dışarıdan gelen neşe dolu marş sesleri bile kederlerini dağıtamıyordu.

İzmir'in dağlarında çiçekler açar
Altın gümüş orda sırmalar saçar
Bozulmuş düşmanlar sel gibi kaçar
Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa.

Kâmil usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.

Ocak 1923 - Ankara
Savaşın bitmesinin ardından Ankara'daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının -belki de yıllarca- sandıkların içinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı. Öyle de oldu; ama mermi bir kez daha kullanıldıktan sonra Hamdi Vâsıf'ın evinde, camekânlı konsolun içindeki yerini alacaktı. Üstelik teğmen, bir tesadüf eseri merminin hikâyesini öğrenecek, bu hikâyeyi hatıratında yazacaktı.

29 Ekim 1923 - Ankara
Teğmen Hamdi Vâsıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Surlara ulaşınca 75 mm'lik toplardan birinin yanına koştu. Yarım saat önce 20.30 sıralarında Meclis’ten, Cumhuriyetin İlan Edildiği duyurulmuştu. 101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş'un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat'ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi. ‘Hamdi Vâsıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım’. Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu. ‘Evet teğmenim? Sizi dinliyorum’. Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı. ‘Yüzbirinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim’. Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. Hamdi Vâsıf'a defalarca teşekkür ediyor, çevresindeki askerlere mermiyi sökebileceği bir iki alet getirmelerini emrediyordu. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti. Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99...
On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş ‘Yüzüncüyü attık komutanım’ diyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi. Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara'nın her duvarından yankılanıp, dört yıllık istiklâl savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki.
Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile. Hamdi Vâsıf, yüzbaşının kovanı biliyor olmasına şaşırmıştı. Muhsin Talat, sorar gözlerle kendisine bakan genç subaya ötedeki, üzeri son baharın son kır çiçekleriyle ve iki küçük Türk bayrağıyla süslenmiş masayı işaret etti. ‘Gelin teğmenim. Bizim çocuklar çay demlemiş. Çay içip sohbet edelim. Size kovanın hikâyesini bildiğim kadarıyla anlatayım ve sizin hikâyenizi dinleyeyim’ dedi.
Dört gün sonra kovan, Millet Bahçesinde bir tahta masanın üzerindeydi ve çevresinde üç adam oturmuş sohbet ediyorlardı. Yüzbaşı Muhsin Talat, Teğmen Hamdi Vâsıf ve Kâmil Usta. O gün aralarında bir karar aldılar. Kovanı her yıl Cumhuriyet Bayramı’nda değiş tokuş etmek üzere nöbetleşe saklayacaklardı. Kovanın nihai sahibi, içlerinde en son ölen kişi olacaktı. 1936 yılında Kâmil ustanın ve 1942 yılında Muhsin Talat'ın vefat etmesiyle kovan Hamdi Vâsıf Gazikovan'a kaldı.
1934'deki soyadı kanununda bu üç adam da ‘Gazikovan’ soyadını almışlar, kovanın aracılığıyla isim kardeşi olmuşlardı. Aralarındaki ülkü kardeşliği ise zaten yadsınamazdı. ‘Kovan’ sözcüğü insanlarda ‘Kovalayan’ anlamını çağrıştırıyordu. Bu yüzden üç adam da soyadlarının anlamını sorana sormayana, hikâyeyi heves ve gururla anlatıyorlardı.
Yayına Hazırlayan
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

28 Ekim 2009 Çarşamba

LAİK CUMHURİYETİMİZ
86 YAŞINDA

Bir gün, istiklal ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine
düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin
imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkan ve şerait,
çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Önceki yazılarımda değinmiştim, Cumhuriyet Yönetim Biçimi halkın iradesini esas alır. Halk, kendisini yönetme yetkisini verdiği kişileri, özgür iradesiyle ve demokratik yasaların öngördüğü şekilde seçer. Bizde de böyledir. Mustafa Kemal, Cumhuriyet’i ilan etmeyi düşünürken; Halkın, kendi kendisini yönetmesinde tek söz sahibi olmasını ilke edinmiştir.
Dikkat edildiğinde hemen fark edilecek ki; dünyada Cumhuriyet’le yönetilen bir çok ülke vardır. İlk akla gelen iki örnek çarpıcıdır: İran, bir İslam Cumhuriyetidir. ABD ise Federal bir Cumhuriyettir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti bu iki örnek ülkeden ve daha bir çok Cumhuriyetle yönetilen ülkeden farklıdır. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti, Halkın Egemenliği Esası’na Dayalı, Laik, Demokratik, Çağdaş ve Hukukun Üstünlüğü İlkesi esasları üzerine oturtulmuş bir Cumhuriyet’tir.
Bizi farklı kılan, Laik Cumhuriyetimizin bu üstün özellikleridir. Burada, Büyük Devrimci Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü bir kez daha saygıyla anıyor ve bize, dünyanın, Cumhuriyetle yönetilen bütün ülkelerinden farklı bir Cumhuriyet Yönetimi bahşettiği için minnettarlığımı sunuyorum.

***

Cumhuriyet’in ilanı, bir kısım hain ve işbirlikçilerin söylediği gibi, pek kolay olmamıştır. Uzun yıllar saltanat baskısında yaşayan ve devlet katında asla itibar göremeden hayatını sürdüren Türk Ulusu, Mustafa Kemal’in etrafında kenetlenmiş ve O’nun önderliğinde gerçekleştirdiği Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zaferle taçlandırmıştır. Savaşın acımasız şartları bir yandan sürerken; Mustafa Kemal bir yandan da geleceği planlamakta ve Türk Ulusu için muhteşem bir yönetim biçimi hazırlamaktaydı.
Her ne kadar, 23 Nisan 1920’de Meclis açılmış ve Milli Egemenlik hakim kılınmışsa da; yaşanılan olağanüstü şartlar göz önünde bulundurulduğunda, halkın, hakkında yeterince bilinç sahibi olamadığı yeni bir yönetim biçiminden, yani Cumhuriyet’ten bahsetmek, hele hele Cumhuriyet İlanı’nı açıklamak, ulusal birliğin devamı açısından yararlı görülmüyordu. Savaş bütün hızıyla sürmekteydi. Bu durumda Türk Ulusu’nun dikkatini Cumhuriyet gibi önemli bir noktaya yoğunlaştırmanın zorluğu, hatta imkansızlığı görülüyordu.

***

Meclis açılmış ve kanunlar çıkarılmaya başlanmıştı. Mustafa Kemal bulduğu her uygun fırsatta da arkadaşlarına Cumhuriyet fikrini yavaş yavaş açmaya başlamıştı. Lozan Anlaşması’nın imzalanmasından sonra artık Cumhuriyet’in İlanı zamanı da geldiğine inanılmaktaydı.
Nihayet, 28 Ekim 1923 akşamı, Mustafa Kemal arkadaşlarıyla tartışmaya başladı ve ‘En Büyük Eserimdir’ dediği Cumhuriyet’in ilan edileceğini onlara açıkladı. O akşam İsmet Paşa ile oturup gerekli yasanın hazırlığı yapıldı. Yasa tasarısında öne çıkan en önemli hususlar; ‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir’ ve ‘Türkiye Devleti’nin yönetim şekli Cumhuriyet’tir’ gibi ifadelerdi.
Konu, ilk önce parti grubunda kabul edildi. Arkasından Meclis toplandı ve yasa tasarısı görüşülüp, kabul edilmesinden sonra, bütün milletvekillerinin, ‘Yaşasın Cumhuriyet!’ nidaları neticesinde, 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet ilan edildi ve mevcut devletin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Mustafa Kemal de; oybirliği ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olarak seçildi.

***

Geriye dönüp baktığımızda; Laik Cumhuriyetimiz’in bugüne değin bir çok sıkıntıları yaşadığı ve özellikle Laik düşünce karşıtı dinci, yobaz, çağdışı, gerici vb zihniyetin çeşitli isyanlar çıkarttığı, bulduğu her fırsatta Laik Cumhuriyet’i ve dolaysıyla da Atatürk İlke ve Devrimleri’ni hedef aldığı maalesef üzüntüyle görülebilmektedir. Bugün bile Sevr özentisiyle onu yeniden diriltmek arzusunda olan mevcuttur.
Emperyalist güçlerin maşalığını yapan hain ve işbirlikçi zihniyetin bu teşebbüsleri, içinde bulunduğumuz dönemde, ABD ve AB’nin desteğiyle daha da hız kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni önce bölüp, parçalamak ve sonra da ebediyen yok edebilmek için her türlü yol ve yöntem denenmektedir.
Gaflet içindeki bir kısım hain zihniyetin, dolambaçlı yollardan giderek, Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve beraberliğine zarar verecek hareketlere destek sağladığı görüntüsü vererek, teslim olmak amacıyla gelen bölücü teröristlerin, adeta şov yaparcasına karşılandığı acı bir gerçektir.
Türk Ulusu’nu bölünmeye, parçalanmaya ve sonra da yok olmaya götürebilecek bu tür teşebbüslerin, ABD tarafından da açıkça desteklendiği, bölücü teröristlerden bir grubun, ‘Sözde Barış Elçisi’ sıfatıyla geldikleri ve sorgulamanın ardından da serbest bırakılmalarından sonra yaptıkları, ‘Gelişmelerden memnuniyet duyulmaktadır’ şeklindeki açıklamalarla da açıkça tescillenmiştir.

***

Laik Cumhuriyetimiz, 29 Ekim 2009 tarihinde 86. yaşını tamamlamaktadır.
Özellikle son 70 yılı çok zor geçmiş olmasına karşın; Atatürk Gençliği olarak, ömrümüzün sonuna kadar O’nu yaşatacağımızdan ve koruyacağımızdan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Bir çok badireler atlatıldı, yine de atlatabiliriz… Bu, hiçbir şeyi değiştirmez!
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün, ‘Gençler! Cumhuriyet’i Biz kurduk, O’nu yaşatacak ve yüceltecek sizlersiniz’ ve ‘Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir’ şeklindeki sözleri şiarımız ve rehberimiz olacaktır.
Türk Ulusu’nun Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun!

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

23 Ekim 2009 Cuma

HAKİMİYET-İ MİLLİYE
YAZILARI
(1)

Büyük Devrimci Önder Mustafa Kemal’in, Ulusal Mücadele döneminde çıkarttığı gazetelerin İRADE-İ MİLLİYE ve HAKİMİYET-İ MİLLİYE olduğunu önceden yazmıştım. Bu gazetelerden İrade-i Milliye’nin ömrü fazla uzun olamamış ve Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişinden bir müddet sonra kapanmıştır.
Heyet-i Temsiliye Ankara’ya ulaştıktan sonra ilk ele alınan işlerin başında öncelikle bir gazete çıkarılması gelmektedir.
Oldukça yoğun temas ve uğraşıların ardından, adı HAKİMİYET-İ MİLLİYE konulan gazete 10 Ocak 1920 tarihinde ve oldukça kısıtlı imkanlarla Ankara’da yayın hayatına başlar.
İlk sayının birinci sayfasını tamamen dolduran Baş Yazı’nın, Mustafa Kemal tarafından Behiç Bey’e not ettirilerek yazıldığı bilinmektedir. Ancak yazının altına Yazı İşleri Heyeti imzası atılmıştır…
Bundan sonraki Baş Yazılar’ın çoğunluğunun Mustafa Kemal tarafından kaleme alındığı ve Gazete’deki diğer yazıların hemen tamamının da O’nun denetiminden geçtiği bir gerçektir.
Günümüz şartlarıyla neredeyse birebir örtüşüyor olması münasebetiyle, anılan bu yazıların bugün de yayınlanmasının yararlı olabileceğini düşündüm.
HAKİMİYET-İ MİLLİYE’ başlığıyla ilkini aşağıda bulabileceğiniz yazıyı ve bundan sonrakileri incelediğinizde görülecektir ki; o yıllarda Anadolu’nun, bugün de Türkiye Cumhuriyeti’nin önce bölünüp, parçalanmak ve sonra da yok edilmek istenmesi amaçlı oyunların tamamen uyum içinde olduğu, birebir örtüştüğü, aktörlerin de aynı emperyalist ve karanlık odaklara dayandığıdır.
Türk Ulusu’nu bu konuyla da ilgili bilgi sahibi yapabilmek adına kaynağından derleyip, özüne dokunmaksızın bazı harf, kelime ve de kısa ifadelerde yaptığım küçük düzeltmelerden sonra yayına hazırladığım yazılar, dayatılan şartların durumuna göre sizlere sunulacaktır.
Yazıların kaynağı; ‘Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi(Hakimiyet-i Milliye Yazıları), Kaynak Yayınları’ olup, hepsinin altında, yazının Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde yayınlandığı tarih yer alacaktır. Bazılarının altında imza da bulunabilecektir.
Ulusal Mücadele döneminin bir kısmını, çoğunlukla Mustafa Kemal’in kaleminden çıkmış ifadelerle yansıtan yazıları, bugün sizlere sunuyor olmaktan dolayı mutlu olduğumu belirtmek istiyorum.

***

HAKİMİYET-İ MİLLİYE

Bugünden itibaren yayımlanan ve sütunlarında bütün Anadolu ile onu alakadar eden muhitlerin ahval ve hadiselerini ihtiva edecek olan Gazetemiz’e bu ismi tesadüfi olarak vermedik. Gazetemiz’in ismi aynı zamanda takip edeceği mücadele yolunun da nevidir. Şu halde diyebiliriz ki; Hakimiyet-i Milliye’nin mesleği, milletin hakimiyetini müdafaa olacaktır.
Cihan’ın her tarafında en ileri ve en yüksek demokrasilere yönelik inkılaplar vücuda getirildiği, milletlerin, medeni ilerlemelerin dayandığı manevi hakimiyetlerden bile şikayetçi bulunduğu, servetler ve geçim hususunda bile eşitliğe doğru önüne geçilmez cereyanlar peyda olduğu bir zamanda, bilhassa meşrutiyeti getiren inkılaptan on iki sene sonra tekrar Milli Hakimiyet için mücadeleye ihtiyaç görünmesi biraz garip anlaşılabilir. Böyle düşünecek zevata şimdiden kısaca cevap verelim ki, Milli Hakimiyet hiçbir zaman meşrutiyet demek değildir. Meşrutiyet, ancak onun vasıtası olabilir.
Her millet, inkılabını, hakimiyetini geri almak için yaptığı gibi, bizde de inkılabın hedefi Milli Hakimiyet idi. Meşrutiyetin ilanını takip eden ilk birkaç sene içinde bu hedefe az çok yaklaşıldığı halde bir taraftan irtica korkusunun tazyike başladığı hürriyetler, diğer taraftan milletin mukadderatına rekabetsiz el koymak garip ihtirasının bulandırdığı karışık dimağlarla birleşerek, geri dönüş hareketlerine sebep oldu. Ve millet hissetmeyerek, göz açıp kapayıncaya kadar, elinde tuttuğunu zannettiği hakimiyeti başından geçen velveledar fırtınalara kaptırmış bulundu. Bir gün geldi ki, hürriyetten bahsedilip dururken, hiç kimse istediği gibi hareketine, en meşru işlerinde dahi kendinde mezuniyet göremez oldu. Ve Milli Hakimiyet namına geçmiş zamanların belirsiz bir hatırasından başka bir şeye sahip olmadığını hissetti.
Buna tahammül edilemezdi. Çünkü o hakimiyeti ele geçirinceye kadar ne fedakarlıklar yapılmış, ne kurbanlar verilmiş, otuz üç senelik bir zulüm saltanatının ne kara günleri, ne acıları, ne felaketleri, ne gözyaşları çekilmişti. Fakat daima sınırın bir köşesinden, sinsi ve hain, bir tecavüz fırsatı bekleyen düşman gözler, hiçbir gün parlamaktan geri kalmadı. Ve milletin hakimiyetini yine ona dayanarak gasp edenler, daima ufkun iki yuvarlak ateşle parlayan noktasını göstererek, tehditkar bir genişlik ile taşmak eğilimini gösteren sabır ve tahammülü teskin ettiler. Başarılı oldular. Çünkü bu millet hayat ve mevcudiyeti namına her fedakarlığı tereddütsüz kabulden hiçbir gün çekinmemişti. ‘Vatan Endişesi’ karşısında onun unutmadığı kin ve intikam, terk ve feda etmediği emel ve menfaat, göze almadığı vaka ve tehlike yoktur. Mevcudiyetini koyduğu bir muharebede kendisine zafer vaat edenlerin, hakimiyetine tecavüz etmelerini hoş gördü. Fakat zafer yerine hezimet gelince, bu millet dünyanın hiçbir milletinde bulunmayan büyük ve metin bir alicenaplık ile hakimiyete sahip olduğunu gösterdi, başında bulunanları kırdı, devirdi.
Mütarekeyi müteakip bekleniyordu ki, Milli Hakimiyet artık onu iptal hırsında olan pençelerden kurtarıldığı için, millete kaybın telafisi yolunda yüksek ve tesirli bir etken olacak ve onun geleceğe dair şartlarını temin hususunda her şeyden ziyade kuvvetli olan milli mevcudiyeti meydana çıkaracak ve ispat edecek, hezimetin dağıttığı muhtelif milli kuvvetleri birleştirerek ve uzlaştırarak hedefe sevk eyleyecek… Evet, böyle zannolunuyordu. Meğer bu memleketin hakimiyetinin harabesi üzerinde kirli ve çamurlu yuvalar kurmak isteyen baykuşlar daha eksilmemiş… Meğer maziye karıştığını zannettiğimiz mezalim devrinin dönüşü rüyasıyla yaşayanlar, gelecekteki saraylarının altın temellerini bu zavallı milletin kafatası üzerinde kurmak isteyen Hülagü torunları daha varmış… Mütarekenin hemen sonrasında iğrenç bir manevra ile iktidar mevkiine öyle hükümetler çıktı ve ilk darbe ile yıktıkları Milli Hakimiyet’in tesirlerinin aksinden korkarak öyle hıyanetler işlediler ki, memleketi düşmanların taksim masasına kolları bağlı sürüklemek, milleti tarih mezbahasına gözleri kapalı sevk etmek için düşman kuvvetlerine dayanarak öyle fenalıklar vücuda getirdiler ki, millet bu defa bütün kuvvet ve büyüklüğü ile mevcudiyetini ve hakimiyetini fiilen göstermek mecburiyetinde kaldı. İşte Kuvay-ı Milliye, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Teşkilatı, bu mecburiyetten doğmuştur ve bu ahval ve hadiselerin tabii neticesidir. Hakimiyet-i Milliye Gazetesi de bu hadiselerden doğuyor.
Bundan sonra Milli Hakimiyet ihlal edilemez. Buna şüphe yok. Millet bu en sonuncu tecrübesinden o kadar büyük bir uyanış ile çıktı ki, artık hakimiyet onun dimağından on iki sene evvelki Temmuz hatırasından daha çok derin, daha pek çok nüfuz etmiş bir iz teşkil ediyor. Dimağ melekeleri bu iz üzerinde durmadıkça işleyemez. Fakat memleketimizde Milli Hakimiyet’in düşmanları o kadar alçak ve o kadar aşağı bir mahiyettedir ki, düşman himayelerine sığınarak, yabancı kuvvetlerinden yardım umarak, milletin haklı sesini ve hakimiyetini boğmak teşebbüsünden kolay kolay vazgeçeceklerini zannetmiyoruz. Vaktiyle büyük inkılaplar sırasında, saraylarını düşman askerlerine muhafaza ettiren, milletlerine düşmanlarının süngülerini davet eyleyen hükümdarlar bile görülmüştü. Fakat unutulmamalıdır ki, bu hükümdarlar siyaset meydanlarında can verdiler ve daha fenası bütün insanlığın hafızasında lanetlenerek yaşıyorlar! Hükümdarları affetmeyen Milli Hakimiyet’in birkaç türediyi ne dereceye kadar hazmedebileceği meydandadır. İşte gazetemiz milletin hakimiyetine musallat olmak isteyecek şahıslara karşı mücahede ve mücadele için yayımlanıyor.
Hakimiyet-i Milliye’nin mücahedelerine daha çok zaman ihtiyaç görüyoruz. Meşrutiyetin, Meclislerin, oralarda herhangi birkaç manevra ile çoğunluk kazanacak fırkaların, siyasi zümrelerin arkasında Anadolu’nun saf, uzak görüşlü, mütevekkil ve alicenap, fakat daima azim ve iradesine sahip vicdanını kendisine rehber edinerek Hakimiyet-i Milliye yaşayacaktır.
Hakimiyet-i Milliye üç büyük dayanak tanır: Zeka, irfan, hamiyet… Bunlar haricinde hiçbir şeye dayanamaz. Milletin hakimiyeti ne sermayelerin, ne içi boş siyasetlerin, ne kinlere, menfaatlere, ikbal ve geleceklere yönelik geçici heveslerin oyuncağı olamaz. Millet yaşamaya, hür ve bağımsız yaşamaya, yaşadıkça da mesut ve olgun bir ilerleme unsuru olmaya muhtaçtır. Hakimiyetini bunun için kullanacaktır. Gazetemiz’in de gayesi milletin bu ihtiyacıdır.
Yazı İşleri Heyeti
10 Ocak 1920

Derleyen ve Yayına Hazırlayan
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi

19 Ekim 2009 Pazartesi

DEMOKRATİK AÇILIM
Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun,
istiklâlden mahrum bir millet, medenî insanlık
karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir
muameleye lâyık sayılamaz

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Bir-kaç gün önce sizlere gönderdiğim AÇILIMLAR SAÇMALIĞI başlıklı yazımda, uzun sayılabilecek bir süreden beri gündemde tutulan AÇILIM konusunu ele almış ve Ermeni Açılımı’nı da ayrıntılı olarak anlatmıştım.
Şimdi ise, hükümetin üzerinde kıvrandığı ve bir türlü de içini dolduramadığı Demokratik Açılım konusuna sıra geldi.

***
Özellikle son gelişmeler baş döndürücü bir hızla seyrediyor.
Önceleri Kürt Açılımı dediler, sonra gelen tepkiler üzerine, güya biraz yumuşatarak Demokratik Açılım diye söylemeye çalıştılar. Ancak, bu açılımın ne olduğunu hiç kimse anlamadı. Çünkü anlatamadılar. Fikri ortaya atan hükümet de; Açılım’ı yeterince açamadı, içini gerektiği şekilde dolduramadı. Görüldüğü gibi kıvranıp duruyorlar…
Türk Ulusu neler olup/bittiği konusunda şaşkına döndü dersek yeridir. Bizler de; Açılımların içini bir türlü doldurup, Türk Ulusu’na gerçekleri sunamadık. Çünkü hükümet kapalı kutu. Amacını bölüşmedi ki, üzerinde bir şeyler söyleyebilelim. Neler düşünüyorlarsa gidip Amerika ile görüşüyorlar. Bize gelince ketumlar…
Olup/bitenler yeterince anlaşılamamışken; sanki üzerine tuz-biber ekiyormuş gibi, bir de RTE 19 bakanıyla birlikte Irak’a gitmez mi…?
Sokaktaki vatandaşımız, bunları görünce olayın neler olabileceğini, Dil’in altındaki baklanın ne olduğunu nihayet anlamaya başladı.

***
Görünen o ki; Amerika’nın öteden beri istediği Ortadoğu haritasının yeniden şekillenmesinde acele ediliyor. BOP kapsamında planlananların uygulanmasında, Atatürk Türkiyesi’nin Hükümeti de, kendisine verilen görevin gereğini behemahal yapmaya soyunmuş görünüyor.
Efendiler…! Gözünüzü açın!
Yaptıklarınızın Türkiye Cumhuriyeti’nin olmazsa olmazlarını, kırmızı çizgilerini zorladığını, hatta ortadan kaldırmaya yönelik olduğunu görmüyor musunuz?
Yıllardır Irak’ın kuzeyinde Amerika tarafından beslenen bölücü terörün ekmeğine yağ sürmekte olduğunuzun farkında değil misiniz?
Barzani denen sefil, nankör ve insanlıktan yoksun yaratık, Irak’ın kuzeyi için, ‘Kürdistan’ın Güney Bölgesidir’ diyor, siz de buna, ‘Sen ne diyorsun arkadaş? Orası güney olursa; kuzeyi benim topraklarımda kalıyor. Bu ne biçim saçmalıktır. Bunun kabul edilebilir bir yanı olamaz…’ diyeceğinize, kalkıp adamın ülkesine resmi ziyarette bulunuyor ve bu yetmemiş gibi; birde Irak’lı bakanlarla birlikte ‘Ortak Bakanlar Kurulu’ toplantısı düzenliyorsunuz…
Eh! Pes doğrusu…!
Sonuçta beyazlarla karalar ayrışmaya başladı.
Hükümetin Açılım adı altında Amerika’nın talimatlarını uyguladığı, AB’nin de bir kısım arzularını yerine getirmeye çalıştığı açıkça görülüyor...
Büyük tabloya bakıldığında ve parçalar yerlerine doğru şekilde yerleştirildiğinde; uygulanmaya çalışılan saçmalıkların Büyük Ortadoğu Projesi’ne uygun olduğu ortaya çıkıyor. Zaten, istenen de bu değil mi…?

***
Gerçekten şaşılacak olaylara tanıklık ediyoruz.
Atatürk Türkiye’sinin Başbakanı, Amerika’nın dayatmasıyla, bir yanda, doğuda Ermenistan’la iki sınır kapısının açılması başta olmak üzere, muhtemel ki daha bir yığın tavizin verildiği bir protokol imzalıyor.
Diğer yanda da; 30 bini aşkın vatandaşımızın şehit olmasından ve binlerce ailenin ocağına ateş düşmesinden sorumlu olan bölücü terörün işine yarayabilecek girişimlerde bulunuyor. Adına da Demokratik Açılım deniyor…
Bunların ve daha bir çok faaliyetin neden yapıldığına baktığımızda:
1-Özellikle Amerika’ya karşı bedel ödenip, AB’ye şirin görünmeye çalışılması ve dolaysıyla da Laik Cumhuriyet’in önünde tek engel olarak görülen Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, AB üzerinden baskı yapılması,
2-Dışarıdan alınan talimatların gereği olarak, Cumhuriyet’in ilanından bu yana asla vazgeçilmeyen Karşı Devrimci faaliyetlerin sürdürülmesi,
3-Hayal edilen Devlet yapısına doğru adım adım gidilmesinin yollarının açılması,
4-Vatandaşımızın, ekonomik kriz altında ezilmesi, işsizlik, açlık, yetersiz sağlık hizmetleri, eğitim çıkmazı vb gibi daha bir yığın sorunlarının gündeme gelmesinin engellenmesi,
5-Olası bir Erken Seçim’de, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimizde, Kürt vatandaşlarımızın ağırlıkla yaşadığı bir kısım illerden bir miktar daha oy çıkarılabilmesi,
gibi hususlar ilk göze çarpanlardır.
Bunun adına Teslimiyetçilik denilmez de ne denir?
Ben başka bir isim bulamıyorum. Bulan olursa söylesin ki, ben de öğreneyim…
Ülke’yi açıkça bölünmeye götürebilecek, kasıtlı ve bilinçli yapıldığı açıkça sırıtan acı uygulamaların tanığı oluyoruz.
Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış, Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na, özde, bağlı ve NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE demekten bir an bile sakınmayan vatandaşlarımıza soruyorum;
Sizce de öyle değil mi?
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi